Yusuf Yavuz:Dinleyin eyy! Burası Anadolu

Dinleyin eyy! Burası Anadolu. Burada umutsuzluk haram. Kulak verin toprağa. Nice saraylar harman yeri, nice sultanlar harman oldu bu topraklarda. Son sözü hep toprak söyler, bu yüksek göklerin altında...

Anadolu toprağının hafızası, doğanın ve onun üzerinde binlerce yıldır devinen insanın sırlarını koynunda saklıyor...

Jeolojik katmanlar, kayaçlar, dağlar, dereler, ırmaklar, ovalar, deltalar...

Meşe, çam, sedir, ardıç... Zeytin, üzüm, incir...

Kartal, baykuş, puhu. Ama illa ki Torosların su kıyılarında uçuşan allı morlu, çelik mavisi kanatlarıyla Yusufçuklar...

Afyon ovasının yalnız ahlatları. Tokat dağlarının alıçları. Kara gözlü üzümleri Mardin'in. Sarı başağı Konya'nın...

Tekmili birden binlerce yıldır üreten ellerin türküsü gibi bir uçtan bir uca Anadolu coğrafyasını dolanan derin, içli, kederli ama her daim umutlu akan bir ırmak gibi dünü bugüne, bugünü yarına ulayıp duran insanlar...

Ve o insanların yalnızca kalbinden geçirdiği, asla dile getirilmemiş cümlelerle dokunan rengarenk bir gönül coğrafyası. Aşkın da, imanın da sır deryasında karıldığı bir Anadolu gezegeni.

O gezegen ki, koynunda Hitit'i, Roma'yı, Acem'i, Osmanlıyı emzirdi de; tek bir sırrını vermedi riyaya. O gezegen ki, dağını taşını, kurdunu kuşunu yağmaladılar da, özünden tek bir tüyünü vermedi zalime. O gezegen ki, taşı toprak, çamuru ekmek eyleyen ellere; acıyı bal, karayı ak eyleyen gönüllere verdi sırrını. Koynunu iyiye, güzele açtı; sadeliği gören göze verdi tenini.

O tenin harında yeşeren nice uygarlığın yalnızca izleri değil, gözleri de kaldı geriye. Bakıp görmesini, görüp anlamasını bilen canlara hala anlatır durur o bilge koca toprak...

Kırk bin köyün içinde kırk bin kadim şehir. Bir ileri iki geri yürüyüp duran zaman treninin her durağında ayrı bir insanlık öyküsü yazılır. Toprağa, ağaca ve suya işlemiş canların öyküsü.

Hem susuzluğumuz, hem de suyumuz. Hem çaresizliğimiz, hem de çaremiz. İçtikçe kanacağımız, kandıkça ayacağımız abıhayat gibi öylece bekler durur...

Hafızası dünden yarına gebe kalmış toprakların başında Çorum'un koynundaki Hitit başkenti Hattuşa (Boğazkale) geliyor...

Anadolu arkeolojisinin büyük annesi Prof. Machteld Johanna Mellink (1917-2006), Anadolu'nun bir çok kadim kenti gibi Hattuşa'yı da 1950'lerden başlayarak 1990'lara kadar defalarca ziyaret etmiş. Her ziyaretinde de bir zamanlar Hitit imparatorlarının görkemli saraylarını barındıran bu toprakların üzerinde yaşayan zamanın insanlarını görüntülemiş.

Tarihin el değmemiş bahçesinde devinip duran, rızkını arayıp şükreden, ekmek yiyip su içerek yeryüzünün en yalın yaşamını süren insanları. Zulme direnen, iyiliğe can veren insanları. Derdini turnalara, neşesini semalara söyleyen insanları...

Dağa taşa kazınan el ele vermiş Hitit tanrıları sanki duvardaki rölyeflerden inip kol kola halaya karışır bu topraklarda. Kah Çorum karşılaması olur adı, kah da halay. Ama dün hep bugünde yaşar, bugün dünde...

Dinleyin eyy! Burası Anadolu. Burada umutsuzluk haram. Kulak verin toprağa. Nice saraylar harman yeri, nice sultanlar harman oldu bu topraklarda. Son sözü hep toprak söyler, bu yüksek göklerin altında...