Yusuf YAVUZ: SEVGİLİ AĞACIM
Sevgili ağacım...
"Ah sevgili ağacım! Gövdene yaslanmalıyım. Yapraklarına konan ağır, merhametsiz kurşun harfleri düşürmeliyim birer birer. Çılgın orman perilerini toplamalıyım dallarına. Bir işaret fişeği atmalı ormana. Karıncalar ve sincaplar eşlik etmeli bu karnavala. Tomurcukların patlamalı, gövdenden ışık hızıyla yıldızlar geçmeli. İnce, kırılgan dallarında atmalı hayatın nabzı..."
***
Sevgili ağacım...
Yusuf Yavuz
Bir gölge bulmalıyım kendime. Dingin bir ağaç gölgesi. Şöyle kızıl yapraklı filan. Cumartesi, Pazar, Salı, Çarşamba; yani bütün geceler işte böyle dolanıyorum kendime koyu gölgeli bir ağaç altı bulmak için. Badem ağaçlarıyla konuşuyorum, eriklerle kardeş, kirazlarla ahbap oluyorum. Hele bir avuç kuru toprak ve çakır dikenler arasında, beyaz çiçekleriyle mutluluğu köpürten Ahlatlar; kıskançlıktan kuduruyorum!
Sen hiç karanlıkta, ay ışığında yandın mı? Hiç ay ışığı altında, koyu gölgeli bir ağaç aradın mı? Sahi, sen hiç ağaçlarla konuştun mu? Yumrulu, ince, kırılgan, esnek; siyah, kızıl ve eflatun; her gövdede ayrı bir dünyanın türküsü. Ya sırlara karışmış servilerin, tılsımlı, kıvrak gövdeleriyle koyu lacivert gecelerde koynunda sakladığı ışıklı yıldızları baştan çıkarışı...
Seni hiç eteğinden yıldızlar dökülen serviler çarptı mı? Kara alaz altında, sıcaktan titredin mi? Sen hiç ‘bir nehrin Akdeniz’e karıştığı yerde’ aklını suya düşürdün mü? Gece bol yıldızlı yorganını örterken kıyı kasabalarına, salaş meyhanelerden süzülen Neşet Ertaş bozlaklarının kurbağa seslerine karıştığı bu yerde, hangi ağaç gövdesine yaslansam sen değilsin. Düştüğüm yolların sonu sen olmuyorsun. Uzun zamandır nehir kenarlarında dolanıyorum. Ayaklarımı suya uzatıp, sudan yüzler devşiriyorum. Kim bilir kaçıncı zaman döngüsü, kaçıncı yüzün, yüzüncü geçişi bu. Cebimdeki kırık dökük harfleri yan yana getirip, hecelerden kuşlar yapıyorum. Sonra adının ağacına doğru azat ediyorum hece kuşlarımı.
Karanlığı yırtan sessiz bir çığlık olup, dallarına konuyor kuşlarım. Koyaklarda çelik ışıltılı gözleriyle söz avcıları. Ki her sözün kuşa çevrildiği bir su kenarındayım. Kimi vurulup düşüyor menzile varamadan. Kimi ince, kırılgan, yapraklarına konmaya ürkek. Bir ad koymalıyım, bir anlam bulmalıyım hemen.
Ezberliyorum adını. On harfli, tek çizgili bir kuş.
Ah sevgili ağacım! Gövdene yaslanmalıyım. Yapraklarına konan ağır, merhametsiz kurşun harfleri düşürmeliyim birer birer. Çılgın orman perilerini toplamalıyım dallarına. Bir işaret fişeği atmalı ormana. Karıncalar ve sincaplar eşlik etmeli bu karnavala. Tomurcukların patlamalı, gövdenden ışık hızıyla yıldızlar geçmeli. İnce, kırılgan dallarında atmalı hayatın nabzı.
Kökünü yeniden denemelisin taşlara doğru. Kamburumuz çıkana kadar karışmalı gövdelerimiz; Tokat’ta asma ve meşe, Ayvalık’ta incir ve nar! Korkma; garip yumrular oluşmalı yanaklarımızda. Issız gecelerde, gölgende neşeli harfler yontmalıyım sana dair.
Özsuyunda yıkamalıyım yüzümü her şafak vakti. Hece kuşlarımı büyütmelisin koynunda…
Ah ışıklı sulara düşürmelisin yapraklarını…
Masallara, düşlere ve çocuklara değmeli yaprakların. Avare bir akşamüstü kapı önü eşik oturmalarında, gümüş sakallı bir ihtiyarın diline düşmelisin. Dalların kargı, yaprakların kalkan, gövden mor bir masal küheylanı olmalı.
Her anlatılışında, şaşkın çocukların gözlerinde büyüyen bir masal ağacı olmalı adın.
Ah sevgili ağacım…
Her dinlediğimde inandığım, bu yüzden her dağda adını sorduğum bir söylenceydin. Uzun zamandır sudan yüzler devşiriyorum. Kaç zamandır hecelerden kuşlar yapıyorum. Kaç zamandır sulardan ve ağaçlardan söz açıyorum. Kaç zamandır masallardan ve söylencelerden geçiyorum.
İşte bu yüzden söylenen her yalana inanıyorum. Cumartesi, Pazar; Salı, Çarşamba... İşte bütün geceler duyduklarım bunlardı.
Yalansa bağışlayın beni lütfen!
Ben ağaçların ve kuşların yalancısıyım…