MEHMET TANJU AKAD: TÜRKLER ve YABANCILAŞMA ÜZERİNE BİRKAÇ NOT
Önceki yazılarda Asya’dan söz ederken, dünyanın bu en büyük kıtasına yabancılaşma amillerinin ağırlıkla toplumların kendi dinamiğinden değil de, dışarıdan geldiğini ifade etmiştik. Bununla birlikte, Asyalıların birbirleri üzerindeki etkileri de göz ardı etmemek gerekir. Örneğin, kendi insanlarımızın küçümsenmeyecek bir kısmında var olan kişiliksizleşme daha Orhun yazıtlarında bile Bilge Kağan tarafından çok güzel dile getirilmiştir. Tarih boyunca bazı insanlarımız Çinlilere, sonra Farsilere, sonra Araplara, sonra Fransızlara, Almanlara, Amerikalılara öykünmüştür. Solcularımızın da daha birkaç on yıl önce Ruslara, Kübalılara, gene Çinlilere ve hatta Arnavutlara öykündüğüne dehşet içerisinde şahit olduk. Bu kişiliksiz yaklaşımlarla ortaya çıkmaları, hem beklenmeyecek, hem de son derece büyük bir utançtı. Bağımsızları da yerin dibine geçirdiler. Bugün de, Araplara öykünen dincilerimiz bir yana, liberallerimizin öykünmedikleri batı ülkesi yok gibi. Şahsiyetsiz olanın hali ortada. Ülkemizdeki ihanet çemberlerine o kadar çok kişinin takılmasında hiçbir neden bu kadar ön planda değildir. Kişiliği oturmuş olanlar kimsenin peşine takılmaz.
.....
Kişiliksizlik ile bireycilik ve yabancılaşma arasındaki ilişkiyi anlamadan ülkemizde cemaatçiliği, dernekçiliği, STK’ları, yabancı vakıfları veya siyasi partileri anlamak mümkün müdür? Ülkemiz dahil, sanki bütün Türk tarihi kişiliksizleşmeye karşı bir direniş gibidir. Bu günümüzde de Kazan’dan Tebriz’e, Musul’dan Halep’e kadar geniş alanlarda devam etmektedir. Kimi Türkler Slavlaşarak, Acemleşerek veya başka kültürlere öykünerek kimliğini şu veya bu ölçüde yitirmiştir. İnanılmaz sayıda taklitçi küçük insanın arasında yaşıyoruz. Günümüzde Batı taklitçileriyle Arap taklitçileri arasındaki oyunları izleyip kahroluyoruz. Hatta, bazı Arap taklitçileri aynı zamanda batı taklitçiliği içerisinde bocalıyor. Bu noktaya bir anda gelmedik. Türkiye’nin başta gelen milliyetçi partisi Alman istihbaratı tarafından kurdurulmuş, ABD-Alman yönetimi altında faaliyet göstermiştir. Ama ne yazık ki bu parti tabanında veya yönetiminde kimse bunu tartışamaz, partinin nasıl İslamcılığa yönlendirildiğini konuşmaz. Bunların karşısında yer alan sözde sivil-toplumcu batıcılar da yine aynı batı istihbaratları tarafından yönlendiriliyorlar. Etnik gruplar da batının kuklası. Bunların hepsi birbirlerine girerken yabancılar kıs kıs gülüyorlar. Kişiliksizliğin daha vahim sonucu olabilir mi? Batılılar ya da Araplar paranın ucunu gösterince beyni dönen her cins adam var. En acıklısı sürekli ağlayıp dururken çocuklarını sürekli dışarı gönderen sözde Cumhuriyetçilerin batıcılığıdır. Madem kaderini bu ülkeye bağlamıyorsun, ne diye yaygara yapıyorsun. Burada kazanıp batıya gönder, sonra ağla. Hadi oradan.
.....
Herkesin hayatı üzerinde istediği gibi tasarruf edebildiği tam özgürlükçü(!) bir toplum hayal edelim. Konyalı mühendislerin icat edeceği bir mucize makineyle insanları oraya taşıyıversek ne olur? Ezici çoğunluk bu özgürlüğü ne yapacağını bilmeyecek, kimi hemen bir cemaat arayacak, kimi de özgürlüğe anlam kazandıramadan hayatını tüketecektir. Çevrenizde kendisini özgür hissetmeyen kişiler varsa, bunun ne olduğunu ve kendi tanımlarına göre özgür olurlarsa farklı olarak ne yapacaklarını sorun. O zaman belki de hiç düşünmediğiniz bir durumla karşı karşıya olduğunuzu göreceksiniz. Daha çok özgürlük iyi bir şeydir ama yabancılaşmayı, hatta kişiliksizleşmeyi ortadan kaldıracağı doğru değildir. İnsanların bir kısmı gerçekten toplumla bağ kuramıyor. Batılı eğitim alanların ne kadarının batıya kaçmak istediği bunun ispatı değil mi? Üstelik bunlar en özgür addedilen kesim ama bir kısmı artık bizden değil.
.....
Literatürde yabancılaşma adeta bir anormallik olarak ele alınmıştır.(*) “Yabancılaşmasalardı iyiydi ama maalesef yabancılaştılar. Dünyaya yaban kalsalar, uluslararası normlarına ayak uydurmasalar daha mı iyiydi” diyenler çıkacaktır. Her neyse, bunu sadece insanlığın durumlarından birisi olarak ele almak daha doğrudur, çünkü normal olanı tanımlamak çoğu zaman hiç de kolay değildir. Günümüzün mutluluğu tüketimde bulan insancıkları normal midir ? Kapitalizm norm mudur? Herhangi bir toplumsal düzen norm olabilir mi ? Cemaatçilik normal midir ? Komiteciler, örgütçüler, şiddete kapılıveren kitleler normal miydi? Emperyalizm normal midir ? Sonsuza kadar sorabiliriz. Normal kelimesini fazla rahat kullanıyoruz, çoğu zaman da “beklenen” veya “beklediğimiz” anlamında kullanıyoruz. Biraz daha dikkatli olmak, norm veya normalin hangi koşullara bağlı olduğunu sormak gerekir. Normu kim belirlemeli, neye göre belirlemeli? Bunu sadece akılla bulamayız. Burada sahip olduğumuz değerler sistemi önemlidir. Us bu konuda eksiksiz bir bakışa yetmez. Pozitivizmin büyük yanılgılarından birisi budur. Pozitivist yaklaşımda her konunun nedensellik ilişkileri içerisinde çözülebileceği sanılır. Ama çoğu halde görünür olanın altındaki diğer ve daha güçlü gerçeğe yaklaşamayız. Kaldı ki çözümleyebilsek bile bu pratikte bir değer taşımayabilir. Ayrıca aklın yolu bir olmadığı gibi, her sorunun sayısız çözümü bulunur veya olaylar önceden görülemeyen yollardan akıp gider, biz de seyrederiz. Keza, usa ve bilgiye rağmen neler olup bittiğini görebildiğimizi sanıp da göremediğimiz durumlar çok fazladır.
Bu konuyu bitirmek mümkün değil vesselam.
.....
(*) Literatüre baktığımız zaman üretim sürecindeki yabancılaşmadan, insanın doğadan kopmasının yarattığı yabancılaşmadan, diğer insanlardan veya topluluklardan veya kurumlardan yabancılaşmadan veya insanın kendine yabancılaşmasından söz edildiği görülür.
Başka bir kavram insanın kendi ürettiği ürünlerden yabancılaşmasıdır ki, buna bir yandan felsefe, sanat, ahlak gibi maddi olmayan unsurlar; mal, para, sermaye gibi ekonomik unsurlar ile devlet, hukuk ve diğer sosyal unsurlar vardır. Yani sırasıyla ruhani, iktisadi ve sosyal faaliyetlerin hepsi yabancılaşma konusudur ve buna daha önce gördüğümüz gibi din de dahildir.
Meraklı okur yabancılaşma kavramının daha birçok anlamda veya bağlamda kullanıldığını görecektir.