Mehmet Tanju akad: ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SOHBETE DEVAM...

6. (ve sondan bir önceki) yazı

Özgürlük garip bir şey. Üzerinde ne kadar konuşsak konunun sadece küçük bir kısmına değinebiliyoruz. Ayrıca çelişkileri çok olan bir konu. Örneğin, özgürlük getirmek namına iktidara gelenlerin çoğunun ilk olarak özgürlükleri kısmaya yönelmesi gerçek bir trajedidir. Fransız İhtilali Napoleon’un diktatörlüğü ve monarşinin restorasyonuyla, Rus ve Çin ihtilalleri korkunç baskı rejimleriyle sonuçlandı. Sınıflara, uluslara, dinlere ve mezheplere bölünmüş olan insanlık belli ki, hiç bir tanım altında herkesin isteyebileceği bir özgürlüğe yürüyemez, hatta bunun gerçekçi bir tanımını da yapamaz. Kimi ihtilallerin bu farklılıkları kaldırma adına yapılması ise trajedileri katlayarak artırıyor. Özgürlükler daima nispi ve taraflı kalıyor. Bir tarafın özgürlüğü diğeri için bunun yokluğunu veya eksilmesini getiriyor. Batıda geliştirilen özgürlük kavramları her zaman diğerlerini baskı altına almaya hizmet etti. Hristiyanlık ve Marksizmin en büyük ortak yanlarından birisi budur. Bu nedenle batılı ideolojileri izleyerek bir yere varamayız. Batıda gelişen hürriyet mücadeleleri dünyaya örnek oldu ama aynı nedenle tıkanıp kaldı. Halbuki hürriyet kavramı binlerce yıllık bilinen tarih boyunca imparatorluklara karşı verilen sayısız mücadelenin nedenidir.

.....

Modern özgürlük kavramları ticaretin ve uluslaşmanın getirdiği yeni özgürlük anlayışları üzerinde inşa edilmiştir. Duns Scotus daha 13. yy’da ticarette taraflar arasında özgür sözleşme hakkından söz etmiştir. Buna paralel olarak mülkiyet hakkı ve yasaların yapılmasına katılma hakkından söz edilmeye başlanmıştır. Ancak özgürlük isteğinin sadece ticaretle sınırlı kaldığını düşünemeyiz. İsviçreli kültür tarihçisi Jacob Burchard insanların en azından kendi meskenlerinde rahatsız edilmeme ve düşüncelerinde özgür olma isteğinin eskiliğinden söz etmiştir. Nitekim, kiliseye karşı mücadele esas itibariyle ticari alanın dışında cereyan etmiş, kilisenin en kolay terk ettiği alan faiz gibi iktisadi konulara karışmak olmuştur. Esas mücadele alanı, kilisenin istismarı ve insanların vicdan ve düşünce özgürlüğü konusunda meydana gelmiştir. Krallar da bunu kilise arazilerinin tasfiyesi için fırsat bilmişlerdir. İngiltere bunun en tipik örneğidir. Kraliyet tüm kilise arazilerine el koyup devlete bağlı Anglikan kilisesini kurarken, ne katoliklerin ne de protestanların vicdan özgürlüğünü gözetmiyordu. Aristokrasinin yağmadan pay alan kesiminin kralı desteklediğini eklemeye gerek yok. Böylece tüccarlar da “özgürce” alım satım yapacakları ortama kavuştular çünkü monarşinin güçlenmesi onların aristokrasi karşısında hareket alanlarını genişletmekteydi. Artık her köprüden geçerken yerel beye haraç ödemek zorunda kalmayacaklardı.

.....

Reformasyon çok karmaşık bir süreçti. Kah Katolikler, kah Protestanlar, en çok da bu süreçte feodal baskılara karşı ayaklanan köylüler ezildiler. 16. yüzyılda yaşanan bu süreç tam da yeni ulaşılan denizaşırı topraklardan gelen büyük zenginliklerin etkisiyle birleşti. Kentler büyüdü ve monarşi buralardan destek alarak asiller karşısında iktidarını mutlaklaştırdı. Avrupa Katolikler ile Protestanlar arasındaki sorunu Otuz Yıl Savaşları’nın sonundaki Vestafalya (Westphalia) Antlaşması (1648) ile çözdü. Ancak bu sadece bir mezhep savaşı, Kalvinizm ve Lutherciliğin kabulü için yapılan bir savaş değildi. Bunu fırsat bilen devletler etki alanlarını genişletmek için mücadeleye giriştiler. Özellikle Fransa, Habsburgları tüm cephelerde zayıflatmak için bu savaşı kullandı ve başarılı oldu. Öte yandan inanç özgürlükleri için savaşanlar bunu elde edince korkunç baskıcı rejimler kurdular. Kalvin’in Cenevre’deki dinci diktatörlüğü tarihte eşi çok az görülmüş bir baskı rejimiydi. Püritenler Amerika’ya gittikleri zaman da bu dini baskıyı sürdürmeye çalıştılar. Salem’de insani duyguları olduğu kuşkusuyla yakılan genç kızlar o dönemde Avrupa’da yaygın olan cadı efsanesinin Amerika’ya taşınmasından başka bir şey değildi.

.....

Tabii konu sürekli olarak politik özgürlükler alanına intikal edip duruyor. Özgürlük ve hoşgörü isteği her zaman illa da politik özgürlüklere bağlı değildir. Örneğin 18. yüzyıl düşünürlerinin (Voltaire ve Ansiklopedistler) talep ettikleri özgürlükler daha çok sivil özgürlükler dediğimiz alana aittir. Yani keyfi davranışlardan, zorbalıktan ve kilisenin müdahalelerinden korunma anlamında bir özgürlüktür bu, ama sonunda onların fikirleri politikacılara yaramış, oluşumu hızlandırdıkları potansiyel, sınırsız politik özgürlük istekleri için zemin yaratmıştır. Tabii politikacılar da bu özgürlükleri daima işlerine geldiği süre için desteklemişler ve sonra derhal ezmişlerdir. Her devrimi birincisi kısa vadede, ikincisi ise uzun vadede gelen iki karşı devrim izler. (Bizde teoriden bol şey yok. İsteyene yarım düzinesini makul bir bedel mukabili veririm. Toplu siparişlerde indirim yapılır.)

.....

İskoç düşünürleri ise (A. Smith, Hume, Ferguson) özgürlükleri serbest ticaretin gelişmesi için istediler. Hume ticari bir ekonominin demokratik değil ama düzenli bir yönetime gerek duyduğunu ifade etiştir. Yani bu kanun hakimiyetinden başka bir şey değildi. Ona göre sivil toplum piyasa olmadan düşünülemezdi ama piyasanın ürünü de değildi. (..Halbuki bal gibi de öyleydi.)

Kısacası, sivil toplum düşünürleri demokratik bir toplum hayal etmemişlerdi. Tıpkı Duns Scotus gibi, onların isteği serbest ticareti sağlayacak düzenli bir yönetimdi.

Diğer yandan, burjuva devrimleri birbirini izledikçe insanlar otoritenin tekrar gaspçıların eline geçmesini önleyecek kurumlaşmalara ihtiyaç olduğunu gördüler. Amerikan anayasası ile ilgili tartışmaların eyaletlerde yıllarca tartışmadan sonra bin bir zorlukla kabul ettirilebilmesi bunun ilk örneklerinden birisidir. Fransız devriminden sonra da birçok yönetim modeli denendi, Cumhuriyet önce I. Napoleon ve onu izleyen Bourbon restorasyonu, sonra da III. Napoleon’un diktatörlüğü ile kesildi. Liberaller bu süreçte özgürlüklere sahip çıkacak bir kurumsallaşmayı savundular ama onlar da muhafazakarlar gibi demokrasinin özel mülkiyet için bir tehdit oluşturabileceği korkusunu daima içlerinde taşıdılar. Şimdi bu korku iyice azalınca yeni tezgahlar peşinde koşmaya başladılar.

.....

Bu arada iki yüzyıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti (ben bile iki yüzyılın üçte birini fiilen yaşadım, geride bıraktım). Devrimler hızla eskidi ve şimdi demokrasiyi sözde koruyan, özde kullanan kurumlardan çekiyoruz. Bir şeye sahip çıkan, sonunda ona gerçekten sahip olabiliyor, ancak sahip olduğu şeyin hayat boşunca peşinde koştuğu şey olmadığını görüyor.

.....

Fransız devriminin yaratmış olduğu etki, suda giderek zayıflayan halkalar gibi, 20 yüzyılın son çeyreğinde artık görülmesi zor bir hale geldi. Zaten bu işi başlatmış olan Avrupalılar radikal değişim ve kopuş fikrini çoktan terk etmişler; geçmişleriyle barışma yolunu seçmişler; hatta Marksizmi de adeta bir hatıra olarak, resmi kültürel mirasları arasında korumaya almışlardır. Bir zamanlar ne korkmuşlardı ama.

.....

Aydınlanma çağının devamı olan devrimciler iki yüzyıl boyunca niçin gerçek bir özgürlük rejimi yaratamadılar. Bunun birçok yanıtı var. Karşıtlarının saldırıları yeterli bir izah değildir. Dünyanın dört bir yanında iktidarı şu veya bu şekilde ele geçiren devrimciler gereksinimler (güvenlik ve üretim) ile özgürlükler arasında denge kurmayı başaramadılar. Nasıl olabileceğini hala bilmiyorlar. Devrimlerin mantığı ilk önce en radikalleri iktidara getiriyor sonra da tüm devrimciler tasfiye oluyordu. Fransa’da jakobenlerin zulmü kendileriyle birlikte cumhuriyetin de tasfiyesinin yolunu açtı. Rusya’da Bolşevikler bütün muhalefeti tasfiye ederken Hitler’den çok daha fazla komünist öldürdüler ve cinayetleri için bürokrasiyi ve hayatta kalan Menşevikleri kullandılar. Rejim giderek sendeledi, topalladı ve çöktü. Örnekler devam ettirilebilir. Ne yazık ki özgürlük güç mantığına ters düşüyor. Çözümü henüz bilinmiyor..