Mehmet Tanju akad: CANIMI YAKAN OLAYLAR

Son 60 yılda

CANIMI YAKAN OLAYLAR

Geçmişte en çok canımı yakan olaylardan söz ederken, bunları o zamanki gözümden aktaracağım. Bunların bazıları bugün için çok önemli görünmeyebilir, ama bazılarımda önsezilerimiz maalesef doğru çıktı. Bundan sonraki tüm ömrüm yaklaşan felaketleri öngörüp karşısında çaresiz kalmakla geçti. Ustam Hıdır, elimden gelen budur.

.....

1961 yılında İstanbul’dan İzmir’e gitmek üzere vapura binerken, Haliç Köprüsü etrafındaki denizin yağan yağmurla çamur rengine döndüğünü görerek son derece üzüldüğümü hatırlıyorum. Kutsal saydığım bir şey olan toprakların denize akması içimi acıtmıştı. Hala her yıl bitki atıklarından bir-iki ton kompost yapar, bu arada inşaatçıların bir-iki milyon ton iyi toprağı yok etmesini acıyla izlerim. İnşaatlarda biyolojik toprağın sıyrılıp tarımda veya bahçelerde kullanılması yerine, kayalarla birlikte moloz olarak dökülmesi de hep canımı yakardı. Halbuki o zaman tahribat daha yeni başlıyordu. Gene aynı yıl, bir Cuma günü dedemle Sultanahmet meydanından geçerken zinanın ahretteki cezalarıyla ilgili, bunu kategorilere ayıran aşırı abes bir vaazı dinleyen kalabalığın gözlerindeki ifadeden çok rahatsız olmuştum.

.....

1970 yılında Ankara’da sokakların geceleri aniden boşalması da çok canımı sıkmıştı. Halbuki, 60’ların sonuna kadar gece yarılarına, hatta sabaha kadar sokakta gezer, sohbet eder, hoş vakit geçirirdik. Daha erken saatlerde herkes sokağa dökülür, yazın dondurmacıların önünde sıra olunur, her adımda bir tanıdığa rastlardık. Bu ortamın ebediyen yok olmasından derin üzüntü duydum ama tabii, o yıllarda Ankara’nın nüfusu bugünkünün 17 ila 18’de biriydi. Siyasi çatışmalardan ise sıkıntı duymuyordum çünkü bu hem bize heyecan veriyordu, hem de kazanacağımızdan en ufak bir şüphe duymuyorduk. Kim durabilirdi ki bizim karşımızda.

.....

Ama durun, 70’lere geçmeden önce, 1960’larda canımı sıkan başka olayları da hatırlamaya başladım. Zihin penceresini bir açınca bazı şeyler ardı ardına dökülmeye başlıyor. Evet efendim, o yıllarda, gençtik tabii, acıkınca muhitimiz olan Kızılay’da öncelikle Piknik’in meşhur sosisli sandviçini, olmazsa Goralı, ya da gene çok iyi sandviç yapan Uğur Büfe’ye uğrardık. Bir gün arkadaşlarla İzmir Caddesinde Necatibey’e yakın bir büfeden alalım dedik. Adam sosisi koydu ama turşu ve Rus salatası eklemedi, sadece kötü bir salçaya batırdı.. Koysana dedik, onlar ekstra para dedi. İşte o anda Ankara’nın insicamının (uyum ve ahenginin) yok olduğunu anladım. Köylü kafası sandviçiyle karşı karşıya bulunuyorduk ve bu daha başlangıçtı. Üstelik Rus salatası dediği de mayonez yerine patates ezmesine yapılmış bir bulamaçtı. Ayrıca Rus salatasına Amerikan salatası denmesi de o yıllarda çok sinir olduğum bir şeydi ve çok aşağılık bir ruh halini temsil ediyordu. Aynı yıllarda lahmacuncular pıtrak gibi açılmaya başladı. On yıl sonra, bunu biracıların istilası izleyecekti. Gene aynı dönemde hayatımdaki bir başka felaketle karşılaştım: Çift kaşarlı tost. Bu ne adiliktir, ne alçaklıktır. Yeterli peynir koymuyorum, düzgün tost istersen iki kat para vereceksin demektir. Ve halkımız bunu da kabul ettikten sonra, artık her türlü faşizme boyun eğecekti ama bu bağlantıyı da kuramadık, sadece öfkelendik. Valla, şu anda bile öfkelendim, klavyeye çok sert basmaya başladım.

.....

İşte zihin penceresine gelen şeyler birbirini izliyor. 1959 yılında İlkokul 2. Sınıf Ünite Dergisinde Amerikayı hayasızca öven kapak yazısına duyduğum öfke hepsinin üzerindeydi. Türk çocuklarına Amerikan süt tozu içirip, üstüne üstlük budalalık aşılıyorlardı. Ünite dergilerini almayı reddettiğim için velimi çağırdılar, tabii, söz konusu alçaklık nedeniyle diyemedim ama okuldan iyice soğudum. Hiçbir okul faaliyetine katılmadım, minimum çabayla sıfır zaman kaybıyla bitirmekten başka bir şey düşünmedim. Kendimi eğittiğim için okulla ilgimin az olmasından zarar görmedim ama sistemsiz çalışma alışkanlığı edindim ki bu iyi olmadı. 1960’larda en sinir olduğum şey, ağzı açık batı hayranlığı yapan çoğunluktu. Belli bir kesim yabancı modaları illa ki izler, bit pazarında Amerikalıların en adi döküntüleri büyük parayla kapışılır, bazı ailelerin kızları sarhoş Amerikan çavuşlarıyla evlenip dayak yemek için sıraya girerdi. Gene 60’ların sonunda sonradan kim olduklarını öğrendiğimiz (o zamanlar Fethullahı bilen yoktu) ön-FETÖ’cülerin garip kılıklı adamları her akşamüstü “dünyayı hayvanlar idare ediyor” diye bağırarak işten çıkan sivil ve asker memurların suratlarına haykırmaya başladılar. Bunlara bir şey yapılmaması da son derece dikkatimi çekmişti. İhaneti çok iyi biliyor ama devletin o kadar içine girdiğine ihtimal veremiyorduk ki, daha 70’lere geçmemiştik bile.

.....

Şimdi hıyarın biri çıkar, ya sen bunlara mı canını sıkmışsın, ne yoksulluklar, ne sıkıntı çekenler, ne haksızlıklar vardı der. Sanki biz bunlar yüzünden hiç düşünmeden siyasete atılıp, ama en ufak bir şikayette bulunmadan her türlü cefasını, eziyetini görmedik. Ama yukarıda söz ettiğim şeylerin hepsinin ne kadar önemli olduğu yıllar içerisinde ortaya çıktı. Bunların sonraki gerici iktidarların, darbelerin, sıkıntıların işaretleri olduğu son derece açıktır. Karşı çıkan az sayıdaki gençlik de budalalığın yaygınlaştırılması nedeniyle çabucak tecrit edildi. Bir de diyorlar ki niye öfkelisin. Ne yani, salaklığı alkışlamamızı mı bekliyorsunuz.