MEHMET TANJU AKAD: BİREY ve YABANCILAŞMA
Sözü en güzel şekilde söyleyen varken, kendi ifademizi yaratmak için debelenmeye gerek yok : “... o sadece Aristo’nun politik hayvanı değildir. O, Hobbes’e göre sadece insan için bir kurt değildir. O, başlangıcından beri sosyal, dini bir varlıktır. Birey bir icad, bir yapılıştır. Beşer tarihinde geç ortaya çıkmış olup, bu zorla girmeden önce, onsuz varlığını sürdüremeyeceği cemaat vardır. Her zaman çıkmak istediği, her zaman içine geri gömmeyi (sic.) istediği cemaat... Bir zamandan beri esasen bireyin ortaya çıkışına bağlı, bir akıl – sağduyu krizi yaşamaktayız. Akıl – us’un kültü, bilimin ilerlemesinin ve aynı zamanda da tarih ve ulusun örgütlenmiş kültü, deneyüstünün yerini alarak, dini şekilde kutlanıp yaşanmıştır. Us’un kültü hatta bildiğimiz totaliter ideolojilere de götürmüştür.” (Burhan Oğuz, Laiklik, s. 208). Bu sözlerde insanoğlunun son birkaç yüzyıllık Izdıraplarının özeti vardır.
.....
O halde beşer tarihinde geç ortaya çıkmış olan bu birey nedir ? Ne zaman ortaya çıkmıştır? J. B. Priestley “The Literature and Western Man” adlı kitabında on beşinci yüzyıldan söz ederken “Bu çağın adamı ne gerçek ortaçağın dini hiyerarşik adamı, ne de Rönesans’ın iyice bireyselleşmiş adamıydı. Görünür temelleri olmayan, muhtemelen kıyamete doğru gidilen bir zamanda, iki dünya arasında kalmıştı. Hızla büyüyen kentlerin zenginliğini edinen veya paylaşan -yeni ve çoğu zaman sinik- bir gerçekçilik ile delice gurur ve şiddet, çılgın hurafeler ve fanteziler ve sonu gelmeyen bir ‘danse macabre’ arasında bölünmüştü.”
.....
Genel inanış, 13. yüzyılın sonlarına doğru bireyle ilgili problemlerin yeni bir şekilde ortaya çıkmaya başladığı ve bu yeni temanın ortaçağın sonları ve Rönesans arasında bir geçiş oluşturduğu şeklindedir. Rönesans'ı besleyen tüm düşünsel akımların merkezi problemi, bireyin kendi bilincinin farkında olma biçimiyle ilgilidir. Burada yabancılaşma konusu bireyselleşme sürecinin bir unsuru olarak ortaya yeni bir şekilde ortaya çıkmakta ve günümüze kadar ona eşlik etmektedir. Bu iki kavramın birbirlerinden bağımsız olarak ele alınması olanaksız gibidir. Rönesans dünyasında biraz mola vermeye mecburuz. Bu dünyayı anlamadan ilerlediğimiz taktirde bir şeyler hep eksik kalacaktır çünkü bu tarihten sonra batının kavramları –veya buna içten veya dıştan duyulan tepkiler- temel referans haline gelmiştir
.....
Bireycilik ve yabancılaşma kavramlarının çoğu yerde birbirleriyle bağlantılı olarak ele alınmış olması şaşırtıcı değildir. Öte yandan bunların soyut bir şekilde incelenmesi de bizi bir yere götürmüyor. Bu kavramlar toplumların gelişme çizgileri içerisinde anlam kazanıyor. Her dönemde ve her toplum için tam olarak aynı anlamları taşımıyor. --- Diğer yandan ...
Bu kavramların her şeyi açıkladığı düşünülmemelidir. Hiçbir kavram açıklamaz. Ayrıca her sözün arkasında bir hikmet yoktur. Yabancılaşma sorunu nedir, neye göre tartışılıyor, yani insan ne yaparsa veya nasıl yaşarsa yabancılaşmış olmaktan kurtulabilir veya bu mümkün veya anlamlı mıdır ? Yabancılaşma ile hayatın değeri arasında veya her iki kavramın kıstasları arasında bir bağ kurulabilir mi, bunlar için genel ölçüler getirilebilir mi ?
Söz konusu dönemde –tıpkı bugün gibi- gerçekliğin evrensel bir özü olup olmadığı (bu her neyse) ve zihnin herhangi bir genel terime tekabül eden herhangi bir kavram veya imajı oluşturmasının nasıl mümkün olabileceği tartışmaları tekrar öne çıkmıştır. Öyle anlaşılıyor ki insanların akla güvenleri – yine “şimdilerde olduğu gibi” demeyelim de “tarihte değişik dönemlerde ve değişik yerlerde sık sık görüldüğü gibi” şeklinde ifade edelim- sık sık sarsılıyordu. Beyninin nasıl çalıştığını bilmeyen ve aklı tanımlamada her zaman güçlük çekmiş olan bir yaratık için şüphe çok normal bir şeydir. Bu şüpheden kurtulmak, daha doğrusu bunu bastırmak için bir sığınma içgüdüsü olması da beklenir.
.....
(On beş yıl kadar önce kaleme aldığım bu yazıyı hiç değiştirmeden paylaşıyorum. Felsefe tarihine meraklı olanlar, son paragrafın açılması için ortaçağda realizmin karşıtı olarak ortaya çıkan nominalizm akımını karşılaştırmalı olarak inceleyebilirler. Aslında ben de meraklı sayılırım ama bu konuları ancak yüzeysel şekilde biliyorum. Felsefenin ana hatlarının ötesine geçemiyorum çünkü Eflatun ve Aristo’yu sular seller gibi bilmeyince, felsefede bir noktadan sonra fazla ilerlenmiyor. Gençlere tavsiyem, işe buradan başlamalarıdır. Ne yazık ki, benim bu konulara dönecek vaktim kalmadı. Kalan yıllarımda ancak en çok istediğim bazı projeleri bitirebilirim.)