KAAN ARSLANOĞLU: SANAT KİTLELERİN AFYONUDUR…

Bir sol parti lideri sohbet sırasında bana şöyle bir şey söylemişti: “Zamanımızın şiirlerini sevemiyorum. Duygudan,  hassasiyetten kırılıyorlar… Bir de bu kadar duygulu şairlerin gerçek hallerine bakıyorum: Öküz gibi adamlar. Niye böyle bu işler yahu? Bana açıklasana…”  

Açıklayım o zaman, ona dediğimi size de diyeyim, “öküz”den gideyim: Sanatçı milleti içinde ökküz çoktur. Tüm zamanlarda evrensel yasa. Ve de genel insanlık içinde ne kadar odun varsa, sanatçılar içindeki odun oranı aynıdır. Hatta şerefsiz oranı normal popülasyondan belirgin ölçüde fazladır. Çünkü bu alan kişisel tatmin arayışının, bireyciliğin, ün ve para hırsının en yüksek rekabetle sürdüğü alanlardan biridir.

Marx din için “kitlelerin afyonudur” der, çoklarının sandığı gibi bunu dini aşağılamak ya da küçümsemek için söylemez. Onun doğal bir gereksinim olduğunu bilir ve acılara katlanma gücü veren özelliğini böyle betimler. Sanat için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İnsan doğasının ürünüdür. İnanışlar, dinler gibi, bir olmazsa olmazdır, mutlak gereksinimdir. Sanatsız insan yok gibidir.

Problem şu ki, nasıl bilim imamları bilimi sınıflar üstü, çıkarlar üstü bir kutsallık gibi gösterirlerse, yüz yıllardır sanat piskoposları da sanatı üstün bir dokunulmaz güzellik disiplini olarak kabul ettirmişlerdir.

Gerçek böyle midir? Çağlar boyunca katliamcıların, soyguncuların, dolandırıcıların, ahlaksızların da sanatı vardır; sıradan iyi insanların da, seçkin bireylerin de… Üstelik iyi insanlarla kötü insanların beğendikleri sanat her zaman ayrı ayrı sanatlar değildir, çoğu zaman aynı sanattır.

Elbette iyi sanat kötü sanat ayrımı diye bir şey var. Bu konuda yazılmış sayısız eser var. Ölçütler var. Hayatım bunları okumakla geçti, kendim de teori yaptım, liste liste ölçütler ileri sürdüm. Bunu reddedecek değilim. İnsanların estetik beğenisi ülkelere ve kültürlere göre değişir, kişilik özelliklerine göre değişir, eğitim-öğretim düzeylerine göre değişir. Sanata, sanat eserlerine içlerinden, sanat düzeyinde baktığınızda aralarında muazzam farklar görürsünüz. Fakat bir kademe yükselip üstten baktığınızda sanki hepsi aynı düzeydedir.

O yüzden evrensel seçkinci açıdan ele alarak “en üst” sanat eserlerine yukarıdan bakalım. Eser olmayanları, kötü eserleri, küçümsediğimiz sanat biçimlerini hadi dışarıda tutalım. Zirvede kabul edilenler neymiş görelim: Klasik veya modern heykel sanatı, resim, edebiyatın en güzel dünya ürünleri, sinema klasikleri, tiyatro, opera, klasik müzik, caz, rak… bilmemne…

Sanat ilk doruk noktasına, harcı esir ve köle kanıyla karılan Yunan ve Roma’da ulaştı. Kızılderili ve zenci kanlarıyla kurulmuş Avrupa’nın zengin şehirlerinde, kolonyalizm döneminde ikinci zirvesine vardı. Sanatçının şerefsizliği nereden gelir derseniz, işte hep bu zalim efendilere uşaklığından gelir. İtalyan Faşizmi, Alman Nazizmi en seçkin üst sanatın büyük hayranıydı. Şimdi bayrağı yine onlar önde taşıyor. Avrupa Birliği faşizmi, Amerikan katliamcı sineması, müziği…

Elbette bilim için ne diyorsak sanat için de aynı şeyi söylüyoruz. Sanat bir açılımdır, olmazsa olmaz bir insani açılım. Ama burada da ipler sistemi yönetenlerin elinde. İnsan üçte bir iyi, üçte iki kötü bir varlıktır ve bu oran sanata da yansır. İyi-kötü mücadelesi burada da kıyasıya sürer, kötü her zaman baskındır. Ve sanılanın aksine en üst, en iyi sanat ürünleri bu yeryüzü cehennemini bize güzel göstermek için sinsice işlev görür.

Edebiyatın doruğu olarak kimleri kabul ederseniz edin mesela. Tolstoy deyin, Dostoyevski deyin… En sevdiğim yazarlar. Ya da başkaları Kafka diyecektir örneğin… Bu yazarlar hiç dünyaya gelmeseydi, böyle bir edebiyat hiç bulunmasaydı… Ne değişirdi? Yerlerine başkalarını bilirdik, o kadar. Ne değiştirebildiler ki? Rus devrimini yarattılar diyelim… O devrim çöktü ki… Daha duvar yıkılmadan karşıtına dönüştü. Bu yazarların yakındığı çürümüş bir düzen vardı, o düzen kırk kere değişti, geriye aynı insanlık kaldı. Bu yazarlar şimdi tekrar dünyaya gelse yine aynı şeyleri anlatırlar.. Eee, o zaman?

Ya klasik müzik hayranları? O müzik o ruhları ne kadar yontabildi? Nazi devrinde Alman şehirlerinde operalardan çıkanları düşünün, ABD dünyayı kanla sıvarken New-York’da caz konserlerinden dağılanları… Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrasını izledikten sonra 12 Eylül anayasasına evet verenleri ya da on yıllar sonra “yetmez ama evet” diyenleri… Güzel sanatlar aşıklarının büyük çoğunluğu böyle karakterlerden ibaret.

Muhalif alternatif müziklerin kitleleri diyeceksiniz. Bu alemi değiştirmeden alabildiğine seks ve uyuşturucuyla başka alem yaşayanlardan mı bahsettiniz? Onca “tensel devrim”den sonra geriye ne kalıyor: Yine doyumsuzluk, yine prozac toplumu.   

Ve şimdi Türkiye sanatçı, edebiyatçı camiasına bakınız: Bu ülke, bu vatandaş huzur içinde uyusun diye eksi 30 derecede birileri dağlarda beklerken, kurşunlara bombalara kendilerini siper ederken… O tayfanın çoğu, 100 binden fazla insanın ölümünden sorumlu HDP gibi katliam yuvalarını şirin görmeyi, alçakları sevimli göstermeyi sanatçılık sayıyor. Ruhu satılmışlar nasıl bir eser üretebilir, zihni çirkinler ne güzellik yaratabilir!  

Yok “toplumcu edebiyat” dedik, yok “insani gerçekçilik” diye boyumuzdan büyük laflar ettik. Her sanat eseri, okuyanı, izleyeni olumlu yönde değiştirmeliydi… Bir eser ancak bu nitelikte ise iyi eserdi… Falan.. Birçok roman yazdım. Onbinlerce insan okudu bunları. Hangi insanı ne kadar değiştirmişim? Evet, tabii esas öküzlük bende, bunları ineklere okusam hiç değilse daha çok süt verirlerdi… Eski okurlarımın bazıları bugün fikirlerimi beğenmeyince “yazıklar olsun, o kadar romanını okuduk” diyorlar. Elbette yazıklar olsun bana, bugün neler anlatıyorsam romanlarımda da aynen onları anlatmaya çalışmıştım. Ne kadar anlatabildiğim meydanda.    

Ve tabii bunları saptadık diye ne birileri sanattan vazgeçecek, ne biz vazgeçeceğiz. Dedik ya, bu insani doğal bir açılım, bir zorunluluk, istesek de istemesek de bir zevk kaynağı, neşe, avunma kaynağı, bir ağrı kesici ilaç… Kötüleri gördükçe… Hem düzey anlamında hem ruh anlamında… Daha da bilenecek ve mücadeleyi sürdüreceğiz.

Bunları yazmışsak sadece asıl gerçeği bilmeniz, ara sıra bunu hatırlamanız içindir. Daha üst bir amacı yok, zaten olamaz.