KAAN ARSLANOĞLU KORONAVİRÜS ÖYKÜSÜNÜ YAZDI

Başta sağlık şehitleri… Salgında tüm yitirdiklerimiz için…

Babasını hiç böyle mütecaviz görmemişti. Kurul üyesi olmadığı halde teklifsiz bir tavırla koltuğunu Bakan beyin yanına çekmiş, adam önündeki kağıda bir rakam karaladıkça notları hışımla kendi önüne alıyor, rakamın üstünü çizerek başka bir sayı yazıyordu. Bakan sıkıntılı bir yüzle ama kibarlığından bir şey kaybetmeden tekrar kağıtlarını önüne çekiyor, daha önceki sayıyı yazıyordu. Onlar için sıkıcı, izleyenler için eğlenceli bu hal birkaç dakika aynı biçimde devam etti. Neydi ki alıp veremedikleri? Sorun az sonra anlaşıldı. Tek bir sayı. Bakan hâlâ sessizdi ancak babası bağırmaya başladı:

“Değiştirseniz ne çıkar, ölür müsünüz? 214 yerine 213 olsun versin. Eliniz mi kopar, bir yeriniz mi şişer!”

Bakan da sonunda patladı: “Beyefendi, büyüksünüz diye ses çıkarmıyorum, üstelik bir meslektaşımızın babasısınız, bu yüzden de saygıda kusur etmemeye çalışıyoruz burada. Ama lütfen haddinizi bilin. Ne demek bir eksik ilan etsek ne fark eder! Zaten birileri bas bas bağırıyor, güya sayıları azaltıyormuşuz. Gerçek tabloyu gizliyormuşuz… İşte tablo burada. Sizden başka var mı tabloyu değiştirmek isteyen? Bu ısrarınızı anlamak mümkün değil. Lütfen salonu terk edin.”

İki görevli babasının koluna girerek zorla kaldırdı, çünkü güç kullanılmadan kalkmaya hiç niyetli görünmüyordu davetsiz yaşlı konuk ve kapıya doğru sürüklenmeye başladı. O an büyük bir utanç duydu Doç. Dr. Erkut bey. Çünkü sinirli sinirli kendisine doğru bakıyordu Bakan bey. Niye şimdi utandığına daha da utandı Erkut bey. Gördüğü önceki sahnelerle de yerin dibine  geçmeliydi.  Fakat duruma müdahale edeceği yerde bu tuhaf çekişmeyi son kertede doğal bir süreç gibi izlemiş ve hatta içinden kıs kıs gülerek “bekle bakalım sonu nereye varacak” düşüncesiyle sırıtmıştı. Hatta babasının bağırmaya devam eder halde karga tulumba kapıya götürülüşünü bile komik bir durum gibi algılamıştı. Ta ki Bakan bey kendi gözlerinin içine sert sert bakana dek. Ancak o zaman anlamıştı olaydaki garipliği. “Ah hiyererarşi, ah alt-üst ilişkileri” dedi içinden, için için hicap duyarken. 

“Sizin için sadece bir rakam, oysa o rakam.. o rakam bir can… O bir can” diye feryat ediyordu babası. Şuna da bakındı hele! Başka bir şeye daha bakındı: Yalnızca babası değil, dedesi de o salondaydı. Babası gibi yüzsüzce bilim kurulu masasına çökmemiş, ilerdeki kapının yanında baston yutmuş gibi sertçe dikiliyordu. Suratında irkiltici bir tebessüm. Erkut bey onu çocukluğundan tanıyordu. Tacizci şakalardan hoşlanan, müstehzi ifadeli ama kalbi temiz bir ihtiyar. Babası yanından itelenerek dışarı çıkartılırken yine gülümsüyordu. Dışarı atılan oğlunun ardından, hadi yallah gibi bir hareket yaptı, sonra o da Erkut’a bakıp bir hareket çekti. Bu, o malum ayıp işaret miydi yoksa tam tersi “sen aldırma” yönünde bir şey miydi? Erkut çıkaramadı, ama büsbütün ateşe düştü. Ya Bakan bey bu el hareketini gördüyse!

Paspas yapan temizlikçilerin gürültüsüyle sabah erken saatte bölünen rüyasını hayra mı yormalıydı, yoksa şerre mi? Her zamanki iyimserliğiyle hayra yordu. Yoksa bilim kuruluna mı alınacaktı? Düşük bir ihtimal, ne var ki bir ihtimal! Üç kez bilim kurulu üyesi hocasıyla birlikte toplantıya gitmiş, toplantılar başlamadan bile olsa beş on dakika oradaki havayı koklamıştı. Ama dördüncüsünde toplantıya bizzat katılmış ve kendi hazırladığı raporu sunmuştu on beş dakika kadar. Bu raporun başka bazı kurul üyelerince ve daha önemlisi Bakan beyce gayet beğenildiğini geçen hafta hocası söylemişti. Acaba?

Planında yoktu ama sabah işe başlamadan evine uğramaya karar verdi. Ve bu kararını gerçekleştirdi. Başkentin pandemi servislerini bir tür denetleme ve de raporlama işini hocası yüklendiğinden beri üstündeki risk artmıştı. Çünkü bu görevi, on üç yaş büyük ve dolayısıyla daha büyük risk altındaki hocası yerine aslında kendisi üstlenmişti. Daha doğrusu yetki düzeyleri itibariyle doğal nedenle üstlendirilmişti. O yüzden beş haftadır evinde kalmıyordu, fakültedeki odasında yatıp kalkıyordu. Gerçi hastalarla doğrudan teması azdı. Nadiren servislere ve hasta odalarına giriyordu, ancak sık hasta gören birçok doktorla yüz yüze konuşuyordu. Geçen hafta maskesinin ardından ikide bir öksüren başhekim yardımcısının makamında fazlaca kalmıştı mesela. Çay içerken maskeleri çıkarmışlardı üstelik. Çok fazla yorulduklarını ve de aralarda pek dinlenemediklerini aynı cümleleri tekrarlaya tekrarlaya anlatan bir hemşire hanımın yakarışlarını kesmek istememişti koridorda, ama kızcağız maskenin ardından burnunu çekip duruyordu. Maskenin düşmesiyle ikide bir açığa çıkan burnunu… Canım, öksürmek, hapşırmak, burun çekmek çoğu zaman hastalık belirtisi bile kabul edilmeyen son derece normal fizyolojik tepkilerken… Her biri nasıl da bir kriminal kanıt haline gelmişti öyle! Hepsini not edecek hali yoktu, her gün bir iki kaçak yaşıyordu böyle… Görevin doğasında vardı bu kaçaklar, hatta hayatın… Dert etmeye değmezdi. Ancak Erkut bey düşen maskelerin üstünde açığa çıkıveren burunları düşük don üstünden görünen malafatlara benzetmekten kendini alamıyor, özellikle yaşlı, orta yaşlı büyük burunlu erkeklerin düşen maskelerine gözü takılıyor… Bazen buna kendi maskesinin  altından gülümsüyor; bazen ise tüm hoşgörülü ve iyimser mizacına karşın karşısında oynayıp duran bu organları aleni bir hakaret kabul edip misliyle küfredesi geliyordu. Hatta o burunun tam orta yerine bir tane patlatmak…

Yine kapıdan uğradı evine, dokuz yaşındaki oğlunu, on iki yaşındaki kızını ve hekim değil sosyal bilimci akademisyenliğinden ötürü görevini evinden sürdürebilen sevgili eşini beş dakika kadar gördü. Sonra aşağıya inip arabasına bindi. Keyifli gibiydi şu ensesindeki ağrı olmasa. Bilim kuruluna mı alınacaktı yoksa? Eşiyle özellikle bu Korona döneminde daha bir yakınlaşmışlardı, ancak doğru düzgün bir tatile çıkamamak, yazdaki kısa bir ferahlama dışında lokantalardan, kafelerden tamamen uzak bir ev hapsine tekrar hüküm giymek ikisini de fena halde sıkmıştı. Çocukların normal çocukluk bunaltıları, olağan biçimde kendilerine ve çevreye yaydıkları problemler pandeminin başında hayli azalmış, sonra yine artmaya başlamıştı. Kendilerini olağanüstü durumlarda o felaketten görece uzak bir yalıtımda yaşar gibi… Bir gerilim filmi seyreder gibi…  Daha bir önemli, acı lezzette bir heyecan içinde, hatta biraz da sevinçli hissediyorlardı kendilerini; ama zaman zaman da karamsarlık ağır basıyordu. “İzlemeyin” diyordu Erkut, “TV izlemeyin, sosyal medya takip etmeyin. Bakın ben etmiyorum. Ne kadar iyiyim, siz de izlemeyin. Abartıyorlar. Görevleri bu zaten, işlerine gelen her şeyi abartmak. İşlerine gelmeyeni de görmemek. Kriz yönetiminin başındayız işte. Bizden iyi mi bilecekler!”

Lafını dinlettiği pek söylenemezdi. Belki aile fertleri karamsar sıkıntılı bir mutluluktan keyif alıyorlardı. Belki herkes öyleydi. Aslında bazı zamanlar kendisinden daha neşeliydiler. Ama hastalıktan da çok korkuyorlardı. Özellikle babalarının hastalanmasından, hastalığı eve getirmesinden. Hangisinden daha fazla? Bu salgın insanların kendileri için duydukları kaygıyla yakınları için duydukları kaygıyı birleştirip eşitlemiş, özlenen bir ruh birliği yaratmıştı. Tabii aile içlerinde. Gündelik insani ilişkilerde. Durum siyasi boyutta hiç de öyle sayılmazdı: Bereket ki Erkut bey cidden siyasetten hoşlanmazdı. Elbette bir de en büyük tehlike içindekilerin sağlıkçılar olduğu gerçeğini söylemiyordu çocuklara. Ancak galiba her şeyin farkındaydılar.

 

Fakat bu dönem, yani son beş haftadır karşılıklı yönde tam bir sevgi yumağına  evrilmişlerdi. Oğlu da kızı da mesajlarla olmadık şirinlikler gönderiyor, eşi de onlardan geri kalmıyordu. Bu mesajlaşmaların mührü sayılan beş dakikalık görüşme de güzel duygu tezahürleriyle geçmiş, içgüven iyice tavan yapmıştı. Ancak arabayı hareket ettirip hastaneye doğru yöneldiğinde başlayan bu titreme de neyin nesiydi? Bereket ki birkaç dakikadan fazla sürmedi. Maskelerin ardından ona buna selam verip gülümseştikten sonra odasına girdi. Kendini biraz kırık ve hararetli hissediyordu. Ateşini ölçtü: 37.9… Dört gün önce yine ensesinin ağrıdığını pimpirikli bir arkadaşına söylediğinde onun yapışkan ısrarıyla test yaptırmış ve sonuç negatif çıkmıştı. 

Öğleye kadarki görüşmelerini ve de sonraki hastane ziyaretlerini iptal etti. Beklemeye geçti. Bir arkadaşıyla kısa sohbet, hemşire hanımın getirdiği kahveyi içmenin ardından… Tekrar ateş ölçümü: 38.4

Yeniden covid testi. Aynı erkek hemşire aynı kazığı burnuna yine soktu. Öncekinde şakalaşmışlardı. Erkut: “Sen bu mikrobu ezerek mi tedavi ettiğini sanıyorsun” demişti çektiği acının ardından. Çocuk da ona “Yok hocam, bunlar RNA… Yani üç harfli… Bunlar ezilmez, çarparlar adamı” diye cevap vermişti. Fakat bu kez ikisinde de espri yapacak ruh hali görünmüyordu. Görevlide yorgunluktan, Erkut beyde ise endişeden.

Testten sonra gitti, odasındaki kanape yatağı hazırladı, uzandı.

Akşam geç vakit hocası çıkageldi. Testin sonucunu söyledi ve ilaçlarını bizzat kendi eliyle verdi. Cesur ve şakacı bir adamdı hocası. Yarım saat kadar odada kaldı. Ona moral takviyesi yaptı, yine komik hikayeler anlattı. Karşılıklı gülüştüler. Erkut’un keyfi düzelmişti, çünkü artık bir şey netleşmişti. Korkulan süreç başlamıştı ve bunu öyle ya da böyle atlatacaktı. Ateşi de beklendiği gibi yükselmemiş, hatta azcık düşmüştü akşam. İstirahat yaramıştı besbelli.

Hocası bir sürü komik şeyler anlatır dedik ya, son aylarda en çok bilim kurulundan komik tartışmaları aktarırdı. Dedi ki Erkut’a, “Biz acemi berberlere benziyoruz. Tıraş etmesine ediyoruz ama müşteri kan revan içinde. Bizim Bektaşi sakalını kestirmeye karar vermiş. Oturmuş berberin koltuğuna. Adam sağ yandan başlamış. Bir ustura bir kesik… Bir ustura bir kesik daha… Her kesiğe pamuk bastırıyor berber. O yan bitmiş ama tüm yanak pamuk tarlasına dönmüş. Öbür yana başlayacak… Bektaşi kalkmış koltuktan canına tak ederek. ‘Öte tarafı bırak, oraya keten ekmeyi düşünüyorum’ demiş.” Şaka olumsuz da olsa şakadır ve iyi gelir. Erkut beye de iyi gelmişti bu sohbet. “Vallahi ben henüz anlayamadım. Tıp mı dünyayla alay ediyor, dünya mı tıpla t… geçiyor… Çözemedim. Ama sen gençsin, karakter yapın zaten güçlü, bunu da kolay atlatırsın.”

O saatten sonra Dr. Erkut bey kendi odasında karantinaya alındı. Ertesi gün fena başlamadı. Ateş normale düştü. Kırıklık, ağrılar hafifledi. Erkut bey ailesine durumu bildirdi. Eve doğru endişe dalgaları gönderdi, ama elinden geldince teselli de yolladı. Akşama doğru ateş tekrar yükselmeye başladı. Tomografi çekildi. Pandemi doktoru göğüsçü hoca “Filmde minimal bulgular var, endişeye gerek yok, ama odanızda bakımınız sizin açınızdan zahmetli olacak. Sizi servise alalım” dedi. Gece geç vakit pandemi servisine alındı. Ateş biraz daha arttı, ama solunum iyi gidiyordu.

 

*

Fakat o da ne? Bakanın koltuğunda en başta babası oturuyor bu kez. “Beyler.. Bayanlar, beyler…” diye nutuk çekiyor. “Maşallah hepiniz her gün televizyonlardasınız. Üstelik birinizin söylediğini ötekiniz bozuyor. Hiçbirinizin bir dediği öbürünü tutmuyor. Gazetelere konuşacağınıza, starlığa soyunacağınıza biraz iş yapın!.”

“Öyle demeyin amca” diyor bir kadın hoca. Çalışmadığımızı nereden çıkarıyorsunuz? Gece gündüz iş başındayız. Elimizden gelen budur.” Başka biri söze giriyor: “Adımız Hıdır, elimizden gelen budur.” Babası öfkeli: “Profesör Hıdır bey, orada burada tıp cakaları satarken göbek adınızı kullanmayı iyi biliyorsunuz ama. Sizden Hıdır olmanızı beklemiyor bu millet. Hızır olun Hızır…” “Benim adım Hızır” diyor daha gençten bir başka hoca. “Hıdır mı Hızır mı bir karar verin, millet ölüyor” diye gürlüyor babası. “Millet pek çok nedenden sapır sapır ölüyor. Takdiri ilahi. Ecel gelince sebep her zaman bulunur” diye hafiften dikleniyor Prof. Dr. Hızır bey. 

Erkut bey bu söze katılıyor. Az çok dindardır kendisi ama dindarlığından değil. Olayın gerçeği bu. “Trafik Kazaları Bilim Kurulu”, “Kanser Bilim Kurulu”, “İntiharlar Bilim Kurulu” bulunsa hepsinde benzer tartışmalar yaşanacak. Babası ise bilindik bilineli kaderci değildi, bastırıyor: “Bakın, oğlum da hastalandı… Suçu ona buna atanlardan değilim. Sizi suçlamıyorum. Ama bir şeyler yapın. Kurtarın meslektaşınızı.” “Elimizden geleni yapıyoruz, inşallah şifasına kavuşacak” diye yanıtlıyor en yaşlı hoca. Başka biri “Aşılar geldi” diyor. “Aşılar başlayınca bu illeti tepeleyeceğiz.”

Babası elindeki kağıtları bunu söyleyene doğru fırlatıyor. Tıpkı geçmiş bir cumhurbaşkanının bir şeyleri başbakanın önüne fırlattığı gibi. Eyvah. Eyvah ki eyvah! Büyük kriz çıkacak… “Aşı da aşı… Milyonlar öldükten sonra siz alın o aşıyı ta… … …” Bunu dememeliydi babası.. Kriz büyüyecek. Üstelik yine kapıda koruma gibi bekleyen dedesi iki eliyle bir “şlak” sesi çıkarıyor, bu kez oğlunu destekler yönde. “Bu illet bitti öbürü gelecek.. Kesin bir çözüme kafa yormaz mısınız hiç siz? İlaç nerede ilaç?.. Değil ilaç bulmak bu gerçek seçeneğe kafa bile yormuyorsunuz. Siz ne biçim doktorsunuz.”

Coştukça coşuyor babası: “Yahu siz burada konuşurken bayağı düzgün ve hatta normalsiniz… TV’ye çıkınca niye manyaklaşıyorsunuz?” “Haklısınız amca” diyor bir bayan hoca. “Evet, haklısınız, yaptığımız işler dünyanın en mükemmel işleri değil, bilim deseniz kör topal.. engelli diyelim ona.. işte öyle gidiyor… Yani iyi.. yani normal. Hayatta işler az çok düzgün yürüyüp gidiyor… Ama medya bizi sapıttırıyor.” “Öyle demeyin, manyak olmasak TV’ye çıkmayız” diye karşı çıkıyor başka biri. Vaaay, ne cesaretli bir kişi. Kim yahu bu? Kim olacak benim hocam, diyor içinden Dr. Erkut bey. Ama o da şaka mı yapar ikide bir, ciddi midir… Hiç beli etmez.

Sahi ya, diyor yine içinden Dr. Erkut bey, kendi o beğenilen raporu da “aşılamanın salgını ne oranda, ne kadar süre içinde bastıracağına dair gerçekçi projeksiyonlar” üstüneydi. Ama ilaç meselesine bir türlü yoğunlaşmak istemiyordu kimse.

Babasını ve de hatta dedesini görmek, bu kadar etli kemikli canlı ve güncel görmek iyi geliyordu Erkut beye. Yaşlandıkça iki şey burnunun direğini sızlatıyordu. Ama covid test kazığı gibi acı değil, tatlı bir sızlama. Biri ölülerini görebilmek, onları, onlarla olan zamanlarını yaşayabilmek… Öbürü çocukluğuna gitmek. O anları dolu dolu.. şu an yaşadığı gibi hiç değilse beş on dakikalık sürelerle canlı canlı yaşayabilmek. Ama olmuyordu. Bir türlü olmuyordu. Şimdi oluyor. Tatsız bir temada bile seyretse şimdi az çok yaşayabiliyor. Ama daha önce başaramıyordu bunu, bir türlü başaramıyordu. 

 

Bir kısacık zaman dilimi, üç saniye, beş saniye, bir anının şiddetle zihne vurması, sonra hızla kaybolması. Bunu uzatacak ne yapılabilir. Ne denese boş. Ne yapsa erken boşalmadan da kısa.. Ölülerle ilgili anıları da öyle. Yok mu çaresi.. yok mu çaresi... İşte çaresi buymuş. Yüksek ateş nöbetleri. Her şerrin bir hayrı varmış.

Asistanken çıktığı kız ziyaret ediyor ikide bir onu. Uzun süreli bir ilişkiydi, ne ki ismi bir türlü aklına gelmiyor. Yüzü de zaten ikide bir değişiyor. Ne kadar değişse yine de huzur verici güzellikte görünüyor ona. Hiç yoktan, gençlik acemilikleri, o salak ego sapıtmaları yüzünden ayrılmışlardı. Aklından çıkmayan isim şimdi nereye gitti? Yüzü değiştiği için adı da değişiyor sanki. Kaç yıl önce öğrenmişti ve kaç yıl sonra öğrenmişti bir trafik kazasında öldüğünü? Ama şimdi yaşadığı zamankinden canlı. Elini bile tuttu kaç kez. “İyileş.. yine görüşeceğiz” diyor, Erkut’un aklında haleler uçuşuyor. Bu kadar sevdiğini bilmezdi, belki yine delicesine sevmiyor, ama nasıl bir yerlere basıyor beyinde şu ödem, bu ateş? “İyileş yine görüşelim” diyor, ne sevinçli bir öneri… Ne hoş, hoştan öte bir ihtimal!.. Fakat bunda bir terslik yok mu? İyileşirsem nasıl görüşeceğiz?

İşte bu… İşte bu! Bu yaşadıklarımı yaşamak istiyordum sağlığımda, ne zaman kaç vakit önce? Çocukluğumdaki yılbaşı zamanlarıma gitmek istiyordum, yaz tatiline çıkmak istiyordum babamlarla, ilk ergenliğimdeki kızlara uzaktan bakmak ve onların odama gelişlerinin hayalini kurmak istiyordum. Gelecekten tatlı umutların, yaşamaktan çocukça sevinç duyulan anlarına dönmek istiyordum.

Babamı istiyordum, teyzemi istiyordum. Annemi istemiyordum. Çünkü sağ. Çünkü görüşebiliyoruz. O da mecburen çok seyrekleşti. Onunla da birlikte olmak isterdim ama ötekiler özlemle, bu ise şefkatle… Şimdi gitsem yanına ne derdi? “Televizyonda bir doktordan duydum… Şöyle yapmak lazımmış.. Şunu şununla birlikte almak gerekmiş… Ispanak dut kurusuyla yenmeden bir hiçmiş! Sen biliyor musun? Yapıyor musun?” “Yok anne ben marangozum, anlamam öyle şeylerden…” Bu millet oğulları kızları peygamber çıksa, onları dinlemez, TV’den duyduklarını dinler.

Biz de kendimizi çok boşluyoruz ama. Daha elliye gelmeden ne bu bendeki tansiyon, ne bu kolesterol hapları... Çoğumuz böyle, kendimize hayrımız dokunmuyor. Ne bu göt göbek… Kırk yaşında topu bıraktım, o gün bugündür tek spor tatilde üç kulaç, pazarları yüz adım piknik… Şuradan bir çıksam… Bir çıksam… Her şey değişecek…    

Dışarıya, bahçeye çıkıyorum. Çıkamam da çıkmış kadar oluyorum.. Bir kalabalık, bir curcuna. Beyaz önlüklüler. Meslekteşlarım. Tabip odacıları. Kutlama yapıyorlar. Herhalde durumum iyiye gidiyor, ona seviniyorlar. Davul zurna bile getirmişler, halay çekiyorlar. “Yönetemiyorsunuz, biz ölüyoruz” diye şarkı tutturmuşlar. Her seçim gider bunlara oy atarım, tek yaptıkları kakara kukara… Ne oluyor yahu? Psikiyatride bir şey vardı, neydi o.. Düşünce içeriği ile duygulanımın aşırı uyumsuzluğu… Yüzleri gülüyor, birçoğu kahkaha atıyor, ama dilleri kara kara haberler saçıyor. Allahım beynim bana neler ediyor?

Nefes sıkıntısı cidden pek bunaltıcı. Bereket panikçi bir karakterim yok. Yoksa sadece panikten öbür dünyayı anında boylar kişi. Karbondioksit narkozu da uykuya çekiyor sahiden bir yandan. Dedem diyor ki “Buralar çok eğlenceli. Tüm sevdiklerin burada. Tümü değil elbette, çoğu… Ama nasıl olsa hepsi buraya gelecek.” Rahatlatıyor beni. “Teyzen de seni istiyor.” “İnanmam, kendi nerede, kendi söylesin.” “Kurabiye yapıyor sana, duymuyor musun kokusunu?” Duyuyorum, sahiden duyuyorum.

 

“Amerika’dan hiç dönmeyecektin” diyor eşim. “Tipin de onlara benziyor, kaynar giderdin, çok daha parlak bir hayatın olurdu… O kadar da iyi teklifler almışsın. İnsan döner mi!” “Ama o zaman seni tanımazdım, seninle evlenemezdim” diye cevap veriyorum. “Çocuklarımız bunlar olmazdı, bambaşka çocuklar olurdu…” Kendi çocuklarım bile olsa, kendi karım bile olsa eğer başkasıysa onlar… Başka bir hayat istemezdim. Bu hayattan başka bir hayat istemezdim, yaşam dosyam felaketle kapansa dahi… “Orası öyle” diyor, memnuniyetsiz bir gülümseyişle. Biraz limoni zamanlarımız. “Senin de İngiltere’deki konumun benimkinden iyiydi ve döndün. Üstelik Meksikalıya benzediğin halde.” Bunu aşağılama gibi kabul ediyor. “Irkçılık yapma, beni beğenmeyebilirsin, ama ırkçılık yapma” diyor. Hay şu Türklerdeki beyaz hayranlığı… “Yahu sen benden çok daha güzelsin” diyorum. “İyi de bunun akademik yaşamla ne ilgisi var?” diye bu kez daha memnun karşılık veriyor. “Yok bir ilgisi, yok… Özür dilerim… Ama filmlerle ilgisi var.” Sonra tartışma uzuyor. Kim ne dedi, konu kayıyor. Filmlerle ne ilgisi var?

Niye tatminsiziz? Benim de ara sıra aklımdan geçer oradaki yaşamım… bazı belirsiz ama çoşku doğuran beklentilerim.. Güzeldi, ama ben buradan hoşnutum. Ama onun aklı hep orada kaldı. Birçok arkadaşı gibi. Benden de çok beklenti bulmadı? Buldu mu yoksa. Nedir bu Avrupa bu Amerika aşkı… Softa büyük dayım da aynı soruyu sorardı… Paçasının birini sıyırıp yaşlandıkça kılsızlaşan ince bacağını göstererek “Kadınlar bunu niye açar, erkekler buna niye bakar?” diye sorardı. “Amerika’da olsan kurtulurdun.” Eşim diyor bunu bana. Şimdi diyor. “Orası hiç belli olmazdı” diyorum. “Neyin nerede nasıl karşımıza çıkacağı hiç belli olmaz.” “Latent imam yine konuştu” diye cevap veriyor. Kurtulur muydum? Kurtulacak mıyım? Yoksa ölü müyüm… Öldüm mü ben.. Hayır, soluk sesimi duyabiliyorum. Hayır ölmemişim. Ama o benim için endişeleniyor. Derin bir endişe. Beni seviyor. Beni seviyor… Yanına bir gidebilsem…

Canım kahve istiyor çok. Hayır hayır.. bir yerden kahve kokusu geldi. Yandaki hemşire odasındandır. Çay istiyorum. Asıl çay istiyorum. Ama ağzımı açacak durumda değilim ki, şu maske de iyice sıktı. Entübe miyim? Hayır hayır, oksijen maskesi bu. Demek sondan bir önceki aşamaya gelmemişim daha. İyi, bu da iyi… Yahu şu bilim kurulunun marifeti radyo-TV duyuruları ne öyle! Varsa yoksa sigara… Koronanın tek sebebi sanki sigara… Tamam onda mantıklı bir yan var, peki alkolden ne istiyorsunuz? Fırsattan istifade o da kim vurduya gitti. Şimdi de kahveye çaya geldi sıra. Kim neyi sevmiyorsa yazıyor listeye. Yakında çekirdek çitlemeyi de hastalık sebebi sayarlar. Bir çay olsa.. Çay bulunur da.. içecek nefes yok… 

*

Kortizon cidden kafa yapıyor. Nefesim de oldukça yeterli. Neşem yerinde. Yırtıyor muyum ne? Göreceğim onları. İşte koridora çıkarıyorlar. Koridora çıkarıp onlara gösterdiklerine göre söyledikleri beni avutmak için değil. Demek kefeni yırttık.

İşte onlar. “Sadece bir dakika” diyor hemşire hanım. İşte karşımdalar. Sanki aradan aylar geçmiş. Kızım bana öpücük yolluyor, annesi de ona katılıyor. Oğlan daha tasalı gibi. Onların arasında olmak ne kadar güzelmiş… O da olacak.. Pek yakında. Onları kucaklayabileceğim. Kokularını burnuma çekebileceğim… İnşallah… Ağlamak yok.. Zaten sıkı tutarım kendimi bildim bileli… Yüzleri gülümsemeye başlıyor. Demek ki görünümüm onlara moral verdi.. Demek ki durum güzele gidiyor. Son kez el sallıyoruz birbirimize…

 

Odama sevinçle dönüyorum. Hemşire de gülümsüyor. Yüzleri maskelerin ardından tam seçebilmeye başladım artık. Başka bir boyuta geçtim anlaşılan.

*

Babası yine bilim kurulunda, bakanın koltuğunun yanına çekiyor koltuğunu. Yüzü kıpkırmızı, öfkeli, tehditkar… 

Kimse konuşmuyor. Herkes tedirgin. Bakan da üzgün ve endişeli görünüyor. Herkes birbirine bakıyor, birbirlerine ve sonra da Bakan’a… Bakan da elindeki rakamlar dolu listelere bakıyor. Neden sonra yavaş yavaş elini kaldırıyor ve elindeki bomboş kağıda 214 yazıyor.

Babası bunu görür görmez kağıdı bakanın önünden çekiyor, 214’ü karalayıp 213 yapıyor. Bakan bu kez daha üzüntülü 213’i karalayıp 214’e yükseltiyor. Babası yine 213’e getiriyor.

“Ama amcacım” diyor Bakan, “Vital göstergeler böyle” : Kağıda uzun düz bir çizgi çekiyor. Babası yerinden kalkıyor, elindeki kalemi hançer gibi batırırcasına Bakanın düz çizgisi üzerine zigzaklar karalıyor.  

Kaan Arslanoğlu

(insanbu.com)